İslâm hukuk tarihinde günümüz sigorta sistemiyle benzerlik gösteren “âkile müessesesinin” ne olduğu hep merak konusu olmuştur. Acaba bu müessese nasslar doğrultusunda kusursuz sorumluluğun organize edildiği bir sosyal müessese midir? Bu disiplin, bugünün müessesesi olan sigortanın alt yapısını mı oluşturmaktadır yoksa ilk dönemlerde bu kurumsal organizasyon “âkile” kavramı ile ifade edilirken; günümüzde bu organizasyon “sigorta” kavramıyla mı ifade edilmiştir?
Peygamberimiz (sav)’den önceki Mekke halkı, “âkile” adı verilen “kâbileler” şeklindeki gruplardan oluşuyordu. Medine’de kurulan devletin esası da bu “âkile sistemine” dayanmaktaydı. Zira Medine sözleşmesinde, sosyal sigortanın ilk izleri sayılabilecek (öldürme veya yaralama halinde öldürülenin ailesine verilecek olan kan bedeli, harp esirlerinin kurtarılması için ödenecek olan fidye, ağır mâlî mesuliyetler altında bulunan müminlerin bundan kurtarılması gibi) durumlar tanzim edilmişti.
Bu yönleriyle Medine sözleşmesinin birçok maddelerinde günümüz sigortalarına benzer düzenlemelere rastlamak mümkündür. Medine sözleşmesinin 3 ile 12. maddeleri arasında her bir kabilenin adları ayrı ayrı verilerek bunların kendi aralarında ağır mâlî yükümlülükleri, ortaklaşa meydana getirecekleri bir “fondan” karşılayacakları belirtilir. Buna göre her bir kabile/zümre ve dolayısıyla devlet ortak bir sosyal güvenliğe kavuşturulmuş oluyordu. İslâm Medeniyetinin ilk Anayasasında yer alan kabileler arası yardımlaşmayı öngören maddeler bu nitelikteydi.
İlk dönem tarım toplumu şartlarında sosyal güvenlik alanındaki mevcut teknikler ve riziko çeşitlerinin daha sade olduğu, karşılaşılan risklerin günümüz boyutlarında olmadığı açıktır. Bu toplum yapısında bireylerin sağlık problemleri önemli bir masraf gerektirmiyordu. Keza ev inşası gibi malzemeler kolay ve basit bir şekilde temin edilebiliyordu. At ve develerle yapılan yolculuklarda ise görülen kazalar önemsizdi. Sonuçta hastalık, yangın, yol kazası gibi konularda kişinin gücünü aşan büyük rizikolar söz konusu olmamıştı. Buna karşılık asıl tehlike ve ağır yük, “esirlik” veya “mala” ya da “cana” karşı verilen zararların tazmininde söz konusu olmuştur.
Bilindiği üzere bir kimse harpte esir düşerse, fidye karşılığında onun hürriyete kavuşturulması, hatâen öldürme ve müessir fiillerden dolayı da kan bedelinin ödenmesi gerekirdi. Bu tehlikeler çoğunlukla esir veya suçlu şahsın imkânlarının dışında kalırdı. Bu ihtiyaçtan dolayı Hz. Peygamber, mütekabiliyet esası üzerine (günümüz anlamında sigorta işlevi gördüğünü söyleyebileceğimiz) bir “meâkil” sistemini tesis etti.
Bu sistem Medine’deki Arap kabilelerinin Hz. Peygamber tarafından yeniden teşkilatlandırılmasıyla birlikte düzenli bir şekil almıştır. Çünkü bir kimse savaşta esir düşerse, onun kurtarılması için “fidye” kasta benzer veya yanlışlıkla öldürmelerde “diyet” yaralamalarda ise “erş” adı verilen tazminatların ödenmesi gerekiyordu. Bu tazminatların miktarları çoğu zaman esir ve suçluların ödeme gücünü aşıyordu. Hz. Peygamber bu durumu çözüme kavuşturmak için karşılıklı müteselsil yardımlaşma esasına dayanan “âkile sistemini” kurdu.
Bu sisteme göre bir kabilenin mensupları, kabilelerinin hazinelerine kendi imkânlarına göre para yardımı da yapacak, kendisine böyle bir para lazım olduğu zaman bu yardımı hazineden bekleyeceklerdi. Eğer kabilenin hazinesi kâfi gelmezse, diğer akraba ve komşu kabileler onların yardımına gelmek durumunda idiler. Tekmil bir bütün içinde bu üniteleri teşkilatlandırmak için bir “silsile-i merâtip” teşkil edilmişti. Bu tertip sırayla, divan ehli, mensup olduğu aşiret, kavim ve kabilesi, mevlâlî ve beytülmâldir.
Medine’deki malum kabileler yanında, Peygamber (sav) esas itibariyle Mekke’nin muhtelif kabilelerine mensup olan yahut Habeşistan’dan gelen veya Arabistan’ın çeşitli bölgelerinden gelmiş olan Mekke muhacirlerinin de bahsi geçen sosyal güvenlik isteklerine uyarak bir tek yeni kabile halinde teşkilatlanmasını emir buyurdular.
Hz. Peygamberimiz (sav), gerek Medine sözleşmesinin ilgili maddeleri, gerekse Hüzeyl kabilesinden iki kadının kavgası sırasında yaşanan çocuk düşürme olayında diyeti/tazminatı haksız fiili işleyenin âkilesine ödettirmesi ile ilgili bu prensip hukukî bir hüviyete kavuştu- rulmuştur. Bu olayda Hz. Peygamber haksız fiil failinin asabesini yani baba tarafından erkek akrabalarını âkile olarak diyet ödemekle yükümlü tutmuştur. Kur’an-ı Kerim, hataen adam öldürenin, maktulün velisine diyet ödemesi gerektiğini bildirmiştir.
Cahiliyeden İslâm’a doğru gerçekleşen kültür akışının önemli bir örneğini ceza hukuku teşkil eder. Bu konuda İslâm, Arap toplumunun alışık olduğu uygulamaları köklü değişiklikler yapmaksızın ıslah ederek devam ettirme yolunu tercih etmiştir. Nitekim İslâm’dan önce de kasden adam öldürenlere ölüm cezası verilmekteydi. Cinayetlerde iki tarafın anlaşması durumunda ödenmesi gereken malî ceza olan “diyet” İslâm sonrasında da kabul edilmiş ve Peygamberimiz (sav) tarafından diyet miktarı İslâm öncesi dönemde olduğu gibi yüz deve olarak belirlenmiştir.
Görüldüğü gibi, İslâm öncesi sosyolojik bir olgu olan âkile müessesesi, Hz Peygamber (sav) döneminde reddini gerektirmemiştir. Keza âkile müessesesinin fonksiyonları ise, birey ve toplumların maslahatını içerdiğinden, sosyal hukuk alanında, alternatif bir müessese yerine, İslâm bu müesseseyi alıp kendi bünyesine uyarlamada da bir sakınca görmemiştir. Bu da müessesenin o güne kadar kurumsallaşması yanında, tecrübe birikiminden de istifade edilmesini, sosyal hukuk alanında önemli bir sosyal siyaset aracı olarak görülmesini sağlamıştır. Bu konuda izlenen sosyal politikanın önemi ayrı bir tartışma konusudur. Bu bağlamda âkile müessesesinin toplumsal bir ihtiyaçtan doğduğu ve bireylerin ihtiyaçlarını karşılamak için de geliştiği söylenebilir. Saygılarımla
Prof.Dr.Abdulhadi Sağlam kaleminden…